Rüya Kavramı

Rüya kavramı, insanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar insanların ilgi odağı olmuş bir meseledir. İnsanın fizyonomisi üzerine yapılan araştırmalar, rüya görmenin yeme içme gibi temel bir ihtiyaç olduğunu göstermektedir.

İlkel toplumlar uzun bir müddet rüyada gördüklerinin gerçek hayattaki yaşantılar gibi olduğunu düşünmüşlerdir. Eski Mısır, Asur ve Yunan toplumlarında kâhin ve büyücülerin en önemli görevi rüyaları yorumlamak olarak algılanmıştır. Rüya tabiri ile ilgili ilk yazılı metin, m.ö. 5000’li yıllarda kaleme alınmıştır. Asur hükümdarı Banibal’in kütüphanesinde rüya ilmine dair taş basma eserler bulunmuş, Hindistan’da yazılan Veda metinlerinde görülen rüyalara ait listeler yer almıştır.

Uykuda ruhun vücudu terk ettiğine inanılan Yunan toplumunda da rüya ilmine dair geniş bir müktesebat oluşmuştur. Bu kapsamda Hipokrat, Eflatun ve Aristo’ya rüya ile ilgili bazı eserler nispet edilmiştir. Demokritos’tan Hıristiyanlığın çıkışına kadar geçen sürede, Grekçe’de yirmi altı eser kaleme alınmıştır. Fakat bunlardan sadece Efesli Artemidoros’un Huneyn b. İshak tarafından “Kitâbü Ta’bîrür’r-Rü’ya” ismi altında Arapça’ya çevrilen eseri günümüze kadar gelmiştir.

Tevrat’ın Tekvin bölümünde Hz. Yusuf’un rüyalarından bahsedilir. Ayrıca Talmud’un son kısmında rüyalarla ilgili bir bölüm bulunmaktadır. İncil’de rüya anlamına gelen on iki ayrı kelime geçmekte, bu arada birçok Yahudi ve Hıristiyan rüya tabircisinin varlığı bilinmektedir.

İslâm öncesi Türklerde de rüyanın haber taşıyıcılık açısından önemli bir yeri vardır. Uygur Türeyiş efsanesinde -Böğü Han örneğinde görüldüğü gibi- hanlar gördükleri rüyalar doğrultusunda hareket etmişlerdir.

Türk toplumunda İslâm’dan sonra da rüyanın önemli bir rolü olmuştur. Örneğin Osmanlı devletinin doğuşunda Osman Gazi’nin gördüğü rüya önemli bir ilham kaynağı olmuştur. Yine toplumumuzda geçmişten günümüze önemli bir yeri olan âşıklık geleneğinde rüya motifinin önemli bir yeri vardır. Ozanlık ya da âşıklığın en önemli şartlarından biride, rüyada pir elinden bade içmek olarak kabul edilmiştir.10 Burada konu ile ilgili olması hasebi ile şunu da ekleyelim. Erzurumlu âmâ bir halk ozanı olan Mevlit İhsânî, doğuştan kör olanlar rüyayı bir ses duyma olarak algılarken, sonradan görme yetisini kaybedenlerin rüyayı normal insanlar gibi gördüklerini belirtir.

İslâm dininin doğduğu zemin olan cahiliye devrinde rüya tabiri yaygın bir uygulama olup, kâhinlerin görevlerinden biri de rüyaları yorumlamaktır. Bu kâhinler arasında Şık, Satîh, Râbia b. Nasr el-Lahmî ve Sevâd b. Karîb gibi meşhur isimler vardır.

İnsan doğasının bir parçası olan rüya olgusu, İslâm’ın ana kaynağı Kur’an ve sünnette de yerini almış ve Peygamber Efendimiz ve akabinde gelen dini otoriteler tarafından yorumlanmış, değerlendirilmiş ve önemli bir veri kaynağı olarak kullanılmıştır.

Kur’an-ı Kerîm rüya kavramını tanımlamakla kalmamış, geçmiş peygamberlerin rüyalarından bahsederek, kavramın tevhidi gelenek içinde yer alan serüvenini de aktararak tarihsel arka planını ortaya koymuştur.

Sözlükte “görmek” anlamındaki rüyet kelimesinden türemiş olan rüya kelimesi, insanların uykularında gördükleri şeylerin/düş bütünün genel adıdır. Sözlük anlamı aynı olan hulm/çoğulu ehlâm14 kelimesi ise daha çok korkunç düşleri ifade eder. Bu anlamda Peygamberimiz (s.a.v.) “Rüya Allah’tan, hulm ise şeytandandır” buyurmuştur. Rüyaların rahmânî olanına rüyâ-yı sâdıka, şeytanî olanına ise hulm denir. Adgâs ü ahlâm adğâs/ot demetleri kelimesi, “Dediler ki ru’ya dediğin “Edgâs ü ahlâm” demet demet hayalâttır, biz ise hayalâtın te’vilini bilmiyoruz” ayetinde ahlâm kelimesine izafe edilmesiyle adgâs ü ahlâm tabiri elde edilmiştir. Bunun anlamı yaşı kurusuna karışmış ot demetleri gibi, yenisi eskisine karışmış uyku halleri, hiçbir anlamı olmayan karmakarışık hayaller demektir.

Rüya kavramı Kur’an-ı Kerîm’de altı yerde geçer. Bunların dördünde “rüya” anlamında “er-Ru’yâ” şeklinde, birinde “Benim rüyam” anlamında “Ru’yâyî”, diğerinde ise “Senin rüyan” anlamında “Ru’yâke” şeklinde yer alır. Kur’an’da ayrıca yine rüya anlamında ahlâm kelimesi de kullanılır. Kur’an’da üç kez geçen bu kavram, kullanıldığı yerlerin ikisinde rüya anlamında kullanılmıştır.

Rüya ile ilişkili olarak Kur’an’da zikri geçen bir başka kelime de “menâm”dır. Esas itibariye uyku yeri, göz gibi anlamlara gelen kelime, Kur’an’da iki yerde rüya anlamında kullanılmıştır.

Kelimenin rüya anlamında kullanıldığını İbrahim (a.s.)’ın gördüğü rüyanın anlatıldığı Kur’an-ı Kerîm’in 37. süresi olan Sâffât süresindeki kullanımdan anlıyoruz. Adı geçen sürenin 102. ayetinde İbrahim’e, oğlunu rüyasında kesmesi emredildiği anlatılırken “menâm” kelimesi kullanılmış, aynı sürenin 105. ayetinde ise, bunun için “ru’yâ” kelimesi kullanılmıştır. Bundan anlaşılıyor ki aynı olayı anlatmak üzere kullanılan “menâm” ve “ru’yâ” kelimeleriyle aynı şey kastedilmiştir. Bunların dışında ehâdis ve mübeşşirât kelimeleri de rüya anlamında kullanılmıştır.  Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrâhim, Hz. Yûsuf (a.s.) ve Mısır hükümdarının gördüğü rüyalardan söz edilmekte, Resûl-i Ekrem’in gördüğü bir rüyanın doğru çıktığı Allah tarafından bildirilmektedir

Rüya ile çok yakından ilişikili bir kavram da vakıadır. Kâşânî vakıayı genel anlamda ele almış, “Hangi tarzda olursa olsun kalbe gelen şey” olarak tanımlamıştır. Şeyhî’ye göre ise vakıa, râinin rüyâsında gördüğü şeyin zâhirde aynen zuhûr etmesidir. Bu durumda râinin nazarı âlem-i misâle değil, hazîne-i ilâhiyeye, yani kazâ-i Rabbâniyeye taalluk etmiştir. Görülen rüyâ zâhire mutâbıksa vakıadır. Fakat görülen rüyâ âlem-i misâle mütaallik ise o mâna aynen tabir edilmez. Galebe-i evsâfı ile te’vîle muhtaçtır. Eğer te’vîlde isâbet edilirse zuhûrunda âgâh olur. Eğer te’vîlde hata ederse, rüyâ aynen zuhûr eder. Zuhûrdan sonra âgâh olabilirse ni’mel matlûb; olamaz ise mektûm kalır.

Kur’an’da rüya yorumu da değişik kavram ve yorum örnekleri ile yerini almıştır. Rüyaların yorumu için “ta‘bîrü’r-rü’yâ”, “te’vîlü’r-rü’yâ”, “te’vîlü’l-ahlâm”33, “te’vîlü’l-ehâdîs” tamlamaları ve “iftâ”/hüküm açıklama kelimesinin çeşitli türevleri kullanılmıştır.

Hz. Yûsuf (a.s.)’a rüyaların yorumunun öğretildiği, Hz. İbrâhim, Hz. Ya’kub ve Hz. Yusuf’un gördükleri rüyaları tabir ederek bu yorum ışığında hareket ettikleri belirtilmektedir. Örnek olarak Kur’an-ı Kerîm’de Hz. İbrahim’den rüyasında oğlunu kurban etmesi istenmiş, Hz. Yûsuf (a.s.) rüyasında on bir yıldızın, ay ve güneşin kendisine secde ettiğini gördüğü rüya ile onun ileride peygamber olarak seçileceğine işaret edilmiştir. Yine Hz. Yûsuf (a.s.) Mısır’da hapse atılması sırasında hapisteki iki gencin ve Mısır kralının gördüğü rüyaları isabetli bir şekilde yorumlamıştır.

Cenâb-ı Hak, Bedir Gazvesi öncesinde Resûlullah (s.a.v)’e düşmanlarının sayısını rüyasında az göstermiş, Hudeybiye öncesinde Müslümanlar ile birlikte Mekke’ye gireceğine ilişkin gördüğü rüya, bir yıl sonra gerçekleşmiş, Hz. Peygamber’den mûcize göstermesini isteyenlere karşı Bedir Gazvesi veya Mekke’nin fethi öncesinde gördüğü rüyalardan söz edilmiştir.

Rüya kavramına Kur’ân-ı Kerîm’in yanında, hadîs-i şerîflerde de çokça değinilmiş, Hadis mecmualarında “Kitâbü’r-Rü’yâ” ve “Kitâbü Ta’bîri’r-rü’yâ” başlığı altında Peygamber Efendimiz’in rüyalarına ve yorumlarına yer verilmiştir. Resûl-i Ekrem’e ilk vahiy sâlih rüya şeklinde gelmiş, altı ay müddetle vahiy bu şekilde devam etmiştir. “Müminin sâdık rüyası nübüvvetin kırk altıda biridir” hadîs-i şerifi de bu gerçeğe işaret etmiş, vahyin kesilmesine karşılık, mübeşşirâtın devam ettiği bildirilmiştir. Yine İslâm’ın en önemli şiârı olan ezan rüya yoluyla bizlere armağan edilmiştir.

Resûlullah (s.a.v.)’in sabah namazından sonra sahâbîlere, “İçinizde rüya gören var mı?” diye sorduğu, varsa tabir ettiği, zaman zaman kendi rüyalarını da anlattığı ve tabir ettiği, yahut ashaptan birine yorumlattığı, güzel rüyaların anlatılıp tabir edilmesini hoş karşıladığı, kötü rüyaların anlatılmamasını ve tabir edilmemesini istediği bilinen bir gerçektir.

Öte yandan ashâb-ı kirâm içinde Hz. Ebû Bekir Efendimiz’in rüyaları genelde isabetli tabir ettiğine dair yaygın bir kanaat oluşmuştur. Hz. Ali Efendimiz ise rüyanın oluşumu üzerinde durmuştur. Ona göre uyku halinde ruh bedenden ayrılır, ama ışıkları bedende kalmaya devam eder. İnsan işte insan bu ruh kalıntısı ile rüya görür. Kişi uyandığında ruh bedene geri döner.

Rüya mefhumu, hemen hemen tüm İslâmî ilim dallarında önemle ele alınmıştır: Tefsir âlimleri rüyanın oluşumunu genel olarak Zümer sûresinin 42. âyetine dayanarak açıklar.

Söz konusu âyet-i kerîme şöyledir: “Allah, (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” Bu âyette Allah Teâlâ’ın ölmek üzere olanların canını aldığı, ölmeyenleri de uykularında -bedenlerinden alıp kendilerinden geçirdiği- ardından ölümüne hükmettiği kimselerin canlarını yanında tuttuğu, ötekilerini belli bir süreye kadar salıverdiği bildirilmektedir. Mu’tezile âlimleri, uyuyan insanda idrak bulunmadığını belirterek rüyada görülenlerin hayalden ibaret olduğunu söylemiştir. Ancak âlimlerin büyük çoğunluğuna göre rüya, insanın ruhu ile gördüğü ve aklı ile idrak ettiği bir olaydır.

Rüya, mâna âleminden rü’yet âlemine semboller şeklinde indirilen ilham olarak da değerlendirilir. Sûfîler ise rüyayı uykuda misal âlemini seyreden ruhun gördüklerini uyanınca hatırlaması şeklinde açıklamaktadır.

Kelâm âlimlerinin genel kanaatine göre ise rüya kesin bir bilgi kaynağı değildir. Dolaysıyla Peygamber Efendimiz’i rüyada görerek ondan bilgi aldığını söyleyenlere itibar edilmez. Hz. Peygamber (s.a.v.), “Uyanıncaya kadar uyuyan kişiden kalem kaldırıldı” buyurmuştur. Öyle ise mükellef olmayan bir kişinin gördükleriyle nasıl amel edilir? Kelâm âlimleri rüyayı Allah Teâlâ’nın rüyada görülüp görülemeyeceği “ruyetullâh” kavramı etrafında da tartışmıştır. Allah’ın rüyada görülüp görülemeyeceği meselesinde Şîa ve Mu’tezile âlimlerinin görüşü olumsuz, Ehl-i sünnet’in görüşü ise olumludur. “Beni rüyasında gören gerçekten görmüş demektir, çünkü şeytan benim sûretime giremez” hadîs-i şerîfi sebebiyle Hz. Peygamber’in rüyada görülebileceği görüşü genelde olumlu karşılanmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerin sâdık rüya ile peygamberler ve salih kullar arasında kurduğu ilişki ve rüyanın gayba ilişkin işaret içerdiği düşüncesi, İslam düşüncesinin sistemleşme döneminde ciddi bir yankı uyandırmış ve Yeni Platoncu felsefe geleneğinden beslenen İslam filozoflarının Allah Teâlâ odaklı felsefî sistemlerinde önemli bir yer edinmiştir. Bu nedensiz değildir; çünkü rüyaya nesnel bakışı engelleyen ve onu mistik bir biçime sokan Yeni Platoncu kuram, İslam filozoflarına peygamberlerin ve seçkinlerin/filozoflar, veliler ve benzerlerinin ayrıcalıklı bilgi elde etmelerine olanak sağlayan bir temel sunmaktadır ve bu temel en azından ana çatısı itibariyle İslam’ın verdiği mesajlarla örtüşmektedir. Böylelikle İslam filozofları, önemsedikleri iki anlayışı, yani Yeni Platoncu gelenekle İslam’ın görüşünü bir potada eriterek, aralarında güçlü bir bağ kurmuş olmaktadırlar.

Rüya konusuna felsefî düzlemde eğilen ilk kişi, bilebildiğimiz kadarıyla Kindî’dir. Onun “Risâle fî mâhiye en-nevm ve er-rü’yâ: Uyku ve Rüyanın Mahiyeti Üzerine” adlı risâlesinde oluşturduğu sentez, Fârâbî, İbn Sînâ, Gazzâlî ve İbn Haldûn gibi düşünürlerce neredeyse olduğu gibi benimsenmiştir. Kindî söz konusu makalesinde, Aristoteles ve Yeni Platoncu geleneğe uyarak rüyayı doğa/tabiat bilimlerinin üzerinde durduğu bir olgu olarak tanımlamaktadır. İlk İslâm filozofu olarak kabul edilen Ya’kub b. İshak el-Kindî bu risâlesinde uyku ve rüyayı nefsin bir fonksiyonu olarak kabul ederken, rüya yorumunu da tabiatı anlama noktasında önemli bir ilim dalı olarak kabul eder.

Kindî uykuda devre dışı kalan duyu güçlerine mukabil tasarlama ile düşünme güçlerinin serbest kaldığını, böylelikle rüya olgusunun gerçekleştiğini savunmaktadır. Kindî’ye göre insanda rüyayı oluşturan hayal gücü yaygın kanının aksine “muhayyile” gücü değil, “musavvira/sûret oluşturucu güç yani tasavvur gücüdür. Nefsin diğer güçleri ise birbirinden uzak olan duyu ve akıldır.

Bunların arasında ise Kindî’nin net olarak belirtmediği musavvira ya da mütehayyile güçlerinin de içinde yer aldığı iç idrak güçleri vardır. Kindî’ye göre bu güçlerin fonksiyonu iyi anlaşılırsa uyku ve rüyanın mahiyeti de anlaşılır. Kindî hayal gücü için “musavvira” kavramını kullanırken, ondan sonraki filozoflar daha çok “mütehayyile” kavramını kullanmışlardır. Bu kullanımda kavram geniş bir anlam zenginliği kazanmıştır.

Meseleye bu perspektiften bakan önemli bir İslâm filozofu olan Fârâbî ise, rüyaların oluşumunda muhayyile gücünün belirleyici bir rolünün olduğunu belirtmektedir.

Rüyaların sebebini ve yorumunu açıklamak üzere “el-Kavl fî sebebi’l-menâmât adlı bir risâle yazan İbn Sînâ’ya göre, rüya nefsin muhayyile gücünün dış etkilere açık olma özelliği ile meydana gelmektedir. Bu teoriye göre, güçlü bir konuma geçmiş olan nefis, uykuda metafizik âlemden bilgi alabilmektedir. Zira muhayyilesi dış duyuların etkisinden uzak kalan kişinin, fizik ötesi âleme yönelişi artar. Özellikle beden sağlığı yerinde olan ve muhayyile ve hatırlama güçleri iyi çalışan bir kişinin nefsi, muhayyile gücünün etkisinden kurtularak ilâhî âleme yönelir. Bu şekilde elde edilen bilgiler zamanla nefiste yer edinerek kişide metafizik âleme dair bir algı gerçekleşmiş olur. Bazen muhayyile gücü nefisle fizik ötesi âlemin arasına girerek görüntüyü engeller.

İbn Sînâ’ya göre, rüyalar yalnız metafizik âlemden nefse gelen etkilere dayanmaz. İnsanın fizyolojik durumundan kaynaklanan rüyalar da söz konusudur. Aç kimsenin rüyada yiyecek, üşüyenin ateş görmesi bu türdendir. Bu durumda nefis ilk gördüğü şeyler üzerine hayaller oluşturmaya başlar. Bunlar karışık rüyalar olup ancak tabirle açıklanabilir. Muhayyile gücü bazen olayları gerçek şekliyle, bazen benzerleriyle tahayyül eder, bazen da nefis melekût âlemiyle iletişime girmeksizin bir şeyi gerçekten müşahede ediyormuş gibi davranır. Hâlbuki nefsin gördüğü şey onun gerçek sûreti değil, ancak bir benzeridir.6

İbn Rüşd; rüya, kehanet ve nübüvveti Aristo’dan çok faklı şekilde ele almıştır. Dolayısıyla da Aristo’dan çok farklı sonuçlara varmıştır. İbn Rüşd rüyaları sadık ve yalan rüyalar olarak ikiye ayırmaktadır. Ona göre rüyalardan sorumlu güç tahayyül gücü/beş duyu ve ortak duyu mütehayyiledir. Filozofumuz sadık rüya, kehanet ve nübüvvetin fâil sebebinin faal akıl olduğuna dikkat çekmektedir. Son olarak rüyalarla ameli sanatlar ile cüz’î pratik güçlere dair bilgi edinilebileceği fakat nazarî bilginin elde edilmesinin ise çok zor olduğu vurgulanmaktadır.

Önemli bir İslâm düşünürü olan İbn Haldun ise, keşfî bilginin mevcudiyetini rüya ile ispat eder ve rüyayı keşfî bilgi tarzının muteber ve doğruluğuna şahitlik eden açık deliller olarak görür.

İhvân-ı Safâ ekolüne mensup filozofları mütehayyile gücünün duyularla düşünme gücü arasındaki aracı rolünü vurgulamakla birlikte, onun fizik ve metafizik âleme ilişkin bilgilenme çabalarını yanlış yönlendirici özelliğine de dikkat çekerler. Bu tâifeye göre mütehayyile gücü, sadece düşünceye zemin teşkil eden bir meleke değil, kuruntuların da kaynağıdır. Her ne kadar mütehayyile, duyulardan gelmeyen hiçbir şeyi tahayyül veya tevehhüm edemezsede, onları dış dünyada karşılığı olmayan suretlere dönüştürebilmektedir. Dolayısıyla hayal oluşturucu güç, düşünme faaliyetindeki rolü yüzünden yanılgılara yol açabilmektedir. Buradaki yanılgı, duyulara ait değil, düşünceye aittir. Bundan dolayı, İhvân-ı Safâ’ya göre sağlıklı bir sonuca ulaşmak için düşünceler, duyusal veriler veya gözlemle doğrulanmalıdır.

Doğal olarak rüya olgusu, modern fizyoloji ve psikolojinin de ilgi duyduğu bir alan olmuştur. Bu iki ilim dalı daha çok rüyaların oluşmasında rol alan dış ve iç faktörler üzerinde durmuştur. Fizyoloji ilmine göre genel olarak rüya büyük beyindeki benlik olayları ile ilgili olup, dış ve iç etkenlere bağlı olarak oluşur. İnsanoğlu hayatının yaklaşık olarak üçte birini uykuda geçirir ve bu esnada vücut dinlenir. Rüya ise daha çok hızlı göz hareketleri (REM) adı verilen ara evrelerde görülür. Hâfızların rüyada ezberlerini tekrar etmeleri gibi, günlük hayatta bazı işler üzerinde yoğunlaşanların (REM) uykusunun arttığı gözlenmektedir. Uyku ve rüyanın vücudun dinlenmesi, duyguların ve mizacın düzenlenmesi, bilinçaltının açığa çıkması, gibi biyolojik, fizyolojik, psikolojik işlevleri vardır.

Dış uyaranların uykudaki insanlar üzerindeki etkisini ilk inceleyen kişi, Louise Ferdinand Maury’dir. XX. Yüzyılda rüya ve rüya yorumları ile ilgili çalışmalar psikoloji ve fizyoloji araştırmacıları tarafından sürdürülmüştür. Bu alanda önemli bir ekol olan psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’a göre, insanın yaşama kaynağı ve canlı organizmanın faaliyet amacı, korunma ve cinsellik içgüdüleridir. Medeniyetin gelişmesine paralel olarak korunma içgüdüsü ikinci planda kalmış, geriye cinsellik içgüdüsü kalmıştır. Bu içgüdü libido denilen merkezde planlanmaktadır. Cinsel duygular ile toplumdaki kurallar çatıştığında bu istekler bilinçaltına itilir bu da kişinin bilincinde birtakım karmaşık duygular oluşturur. İşte rüyada gördüklerimiz bu kompleksif/karmaşık ve bilinçdışı arzuların akıl sansürü ve baskısından kurtularak örtülü bir şekilde tezahürüdür.

Alferd Adler ise, rüya olaylarını yorumlamada aşağılık duygusuna dikkat çeker. Ona göre rüyalar geçmişten ziyade geleceğin planlanması ile ilgilidir. Carl Jung, toplumsal bilinçaltının etkilerini göz önüne alarak simgelerin kişi için özel bir anlam taşıdığını vurgular.

Alman ekolu psikologlarının çoğu Freud’un yaklaşımına itiraz etmektedir. Örneğin Bumke, “Psikanaliz ölmüştür, mersiyesi bile okunmuştur” demektedir.

Rüyaları tıpkı masal ve mitoslar gibi semboller dili olarak değerlendiren Erich Fromm ise bunun unutulan bir dil olduğunu belirtmektedir. Fromm bu unutulmuş dili günümüz insanına yeniden hatırlatmak için “Rüyalar, Masallar, Mitoslar” isimli bir eser yazmıştır. Ona göre günümüz insanı bu değerli tecrübe hazinesine gereken değeri vermediği için bu dili unutmuştur.

İslâm kültüründe rüyaların yorumlanması/tabir yaygın bir uygulamadır. “Uykuda yaşanan olayların enfüsî ve âfâkî yönlerini ayırt edip bir karine ile onların ötesindeki hakikate geçme” demek olan tabir sembolik bir dilin çözümlenmesidir. Rüya tabiri yapanlara “Muabbir”, bu maksatla yazılan kitaplara “Tabirnâme” denilmektedir. Rüya tabir edenin rüyada görülen hayalî şekillerin iç ve dış yönlerini ayırt edip bir karine ile ötelerindeki hakikate ulaşması, rahmânî olanını şeytanî olanından ayırt edecek maharette olması gerekir. Çünkü bazı insanlara rüyada olaylar “filtrelendirilmiş” olarak, bazılarına da “filtresiz” gösterilir. Rüyanın yorumlanabilmesi için rüyada gösterilen misal âlemindeki şekillerin şehadet âlemindeki karşılığının bilinmesi gerekir.

Bazıları rüya tabirinin Allah vergisi olduğunu, dolayısıyla sonradan kazanılamayacağını ileri sürse de muabbirin Kur’an’da geçen teşbihleri ve sembolik ifadeleri, kelimelerin etimolojisini, darbımeselleri, deyimleri iyi bilmesi de gerekli görülmüştür. Bu gerekliliğe binaen İslâm âlimleri konuyla ilgili önemli bir müktesebat ortaya koymuşlardır: Dânyâl, Ca‘fer es-Sâdık, İbn Sîrîn, Ebû İshak İbrâhim el-Kirmânî, Câbir el-Mağribî, Nasr b. Ya’kub ed-Dîneverî, İbn Ebü’d-Dünyâ, Abdülganî en-Nablusî ve Seyyid Süleyman el-Hüseynî gibi müelliflere nisbet edilen eserler önemlidir. Bilhassa Muhammed b. Sîrîn’in rüya tabirlerini konularına göre sıralayan “Kitâbü Ta’bîri’r-Rü’yâ”sı, Abbâsî halifelerinden Mehdî-billâh döneminde yaşayan İbrâhim el-Kirmânî’nin “Kitâb-ı Düstûr”u, İbn Kuteybe’nin “Kitâbü ta’bîri’r-rü’yâ”sı, Memluk kumandanlarından Halîl b. Şâhin’in “el-İşârât fî ‘ilmi’l-‘ibârât” adlı eserinden esinlenerek Seyyid Süleyman el-Hüseynî tarafından yazılan “Kenzü’l-menâm” adlı eserler İslâmî ilim geleneğinin ortaya koyduğu önemli tabirnamelerdir.

İbnü’l-Arabî’nin Ta’bîrnâme-i Muhyiddîn ‘Arabî’si, Abdülganî en-Nablusî’nin, Ta’tîrü’l-enâmfî ta’bîri’l-menâm’ı Kürd Muhammed Efendi el-Halvetî Niyâzi Mısrî el-Halvetî ve Karabaş Velî’nin Ta’bîrnâme’leri, Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin’in Ravzatü’l-vâsılîn’i, Kutbüddinzâde İznikî’nin “et-Ta’bîrü’l-münîf ve’t-te’vîlü’ş-şerîf’i ise tasavvufî rüya tâbirnâmelerinin en meşhurlarıdır.

Kadirî tarîkatı meşâyıhlerinden biri olan Ömer Hüdâyî Baba da rüyâ tabirlerine yer vermiştir. Bu makalenin asıl konusu olan Köstendilli Süleyman Şeyhî Efendi’nin konu ile ilgili müstakil bir eseri olmamakla birlikte Lemeât-ı Nakşbend, Medâr-i sâlikan, Terkibât-ı erbain, Mirâtü’l-Muvahhidîn, Usûlü’l-Vusûl isimli eserlerinde rüya yorumlarına yer vermiştir.

Burada rüya konusunda farklı bir tecrübe sunan iki eserden de söz etmek gerekir. Bunlardan biri Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi Efendi’nin A’mâk-ı Hayâl adlı romanıdır. Filibeli Ahmet Hilmi Efendi bu eserinde roman kahramanı olan Râci’yi rüya yolu ile seyr ü sülûke çıkarır.

Kendi alanında nadir olan bu eserin bir başka örneği ise, Allame İkbal’in şaheserlerinden olan Câvidnâme’dir. İkbal, Mevlânâ’nın bir gazelini okuyarak onun ruhunu çağırır ve onun refakatinde manevî yolculuk yapar, rüya âleminde kâinatı gezer, cin ve meleklerle karşılaşır ve çeşitli ünlü kişilerle hayat ve ölüm gibi kavramları konuşur. Bu olaydan sonra Mevlânâ-i Rûmî’nin hemen her meselede İkbal’in manevî mürşidi ve yol göstericisi olduğunu görürüz.

Bu konudaki literatürü tanıtan çalışmalara örnek olarak N. Bland’ın “On the Muhammedan Science of Tabir or Interpretation of Dreams” adlı makalesi (JRAS, XVI [1856], s. 118-171), Annemarie Schimmel’in Halifenin Rüyaları, İslam’da Rüya ve Rüya Tabiri adlı eseri, Şiî müellifleri tarafından yazılan rüya tabiriyle ilgili eserler için Mirza Hüseyin en-Nûrî et-Tabersî’nin Hz. Peygamber’in, diğer peygamberlerin, on iki imamın ve daha başka kişilerin rüyalarına yer veren Dârü’s-selâm fîmâ Yete‘allaku bi’r-rü’yâ ve’l-menâm’ı (Beyrut 1412/1992) gösterilebilir.

Kaynak:

KÖSTENDİLLİ SÜLEYMAN ŞEYHÎ EFENDİ’NİN RÜYA KAVRAMI VE RÜYA YORUMU HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2016/5, c. 5, sayı: 10

Birol Yıldırım
Rafeq Hamood Najı Qasem

RÜYA TABİRLERİ SÖZLÜĞÜ
ABCÇDEFGHIİJKL
MNOÖPRSŞTUÜVYZ
0-9

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


Yükleniyor...
Başa dön tuşu